Dünya

Sıradan bir yoksulluk hikayesinden daha fazlası: Bird

“American Honey” (2016), Arnie Arnold’un her işini takip etmemi söyleyen ulvi bir ses gibiydi. Film, kaybeden olarak başladığınızda ayağınıza gelen fırsatların, yaşamayı hak etmediğinizi düşündüren pek çok deneyimle yüzleşmenin ne kadar sarsıcı bir şey olduğunu bir kere daha acımasızca göstermişti. Hayata sıfırdan başlamak, o tedirginliği ve her şeyi alt edebilecek kadar yetersiz hissetmenin verdiği o mücadelenin hafiflemeyen acısını kalbimize zerk etmişti.

Arnold’un neredeyse her filminde olduğu gibi, son filmi “Bird”de (2024) de başrolde yine çalkantılı bir ev hayatı yaşayan genç bir kadın var: 12 yaşındaki Bailey. Aynı yorgunluk, bitmek bilmeyen bir mücadele. Yaşamın kenarında kalmanın, derin bir içsel dünyanın anlatılamayan hali.

Film, sessizliğin içinde kulakları sağır eden bir gürültüyle başlıyor. Bir yüz, suretinin ötesinde bir izlenim bırakıyor; soluksuz bakışıyla filmin kalbine adım atıyoruz. Etrafımızdaki karmaşa, zihnimizde yankılanan kesintisiz bir sanrı gibi; Bailey, her şeyi görüyor, duyuyor ama o anların kargaşasına bir anlam veremiyor. “Bailey” diye seslenen birinin çağrısıyla, bir an için Bailey’le birlikte biz de dünyadan uyanıyoruz.

SİSTEMİN ALT ETTİĞİ AMA YERLE BİR EDEMEDİĞİ VAROLUŞUN HAKİKATİ

“Bird”, olağanüstü bir yetenek sergileyen Nykiya Adams’ın canlandırdığı 12 yaşındaki Bailey’nin bakış açısından anlatılıyor. Bailey, kötülüğün ve ihmalin sınırlarında dolaşan alışılmadık bir ailede büyüyor. Hayatını sürdürmeye çalıştığı yer, kayıtsız ve yaşamı uyuşturucuyla geçirmeye çalışan bir baba ve ergenliğin tam ortasında isyanını dorukta yaşayan bir kardeşiyle, grafitiyle kaplanmış bir gecekondu.

Bug (baba), henüz üç aydır tanıdığı bir kadınla evlenmeyi düşünüyor. Bailey’nin annesi ise, hiçbir vicdan kırıntısı taşımayan erkek arkadaşıyla ve Bailey’in üç kardeşiyle kasabanın diğer tarafında hayatta kalmaya çalışıyor.

“Bird”, son derece kasvetli ve umutsuz bir atmosfer sunsa da Bailey’nin telefonuyla çektiği her bir karede özel anların şiirsel gerçekliğini yakalamak mümkün. Film, dengesiz bir düzende zorlayıcı karakterleri yargılamak yerine, sistemin alt ettiği ama yerle bir edemediği varoluşun hakikatini kutsuyor.

ALACAKLI BİR KUŞ

Bailey, öfke ve yorgunluk içinde kendini uçsuz bucaksız tarlalara attığında, çocukken ebeveynlerinden ayrı düştüğünü söyleyen bir adam; Bird (Alman aktör Franz Rogowski’nin müthiş performansıyla) ortaya çıkıyor. Adamın tuhaf tavırları, Bailey’yi hemen tetikte olmaya itiyor; telefonunu çıkarıp onu kaydetmeye başlıyor ve “bir şey denemeye kalkarsa” kardeşinin onu döveceğini söylüyor. Bailey, başlangıçta sessiz ve pusmuş olan bu ruhtan, adeta “alacaklı bir kuş” gibi şüpheleniyor. Dünya tarafından ona iyimserlik sunacak pek bir şey verilmemiş olmasının şekillendirdiği düşmanlığına rağmen, Bird’e duyduğu merakı bir türlü bastıramıyor. Konuşmayan ama bakışlarıyla “seni anlıyorum” diyen bu anlayışın karşı konulmaz cazibesine yenik düşüyor. Bir süre gizlice onu takip ettikten sonra, kendi ailesinin olası çöküşüne aldırmaksızın, ya da belki de tam da bu yüzden, isteksizce Bird’e ailesini bulması için yardım etmeyi teklif ediyor.

Bailey’nin reddedilme duyguları, dünyayı reddetmesine yol açmış olsa da Bird’ün gelişi ve kendi yalnızlığının farkına varması, bakış açısını değiştirmeye başlıyor. Bu değişim, tek radikal bir değişimden çok, Bailey’nin etrafında gerçekleşen küçük anların bir araya gelmesiyle oluyor. Bailey’in ebeveyn figürleri, canavarlardan çok, umutsuz insanlar aslında. Onlar da Bailey gibi, zor koşullarla baş etmeye çalışıyorlar ve birlikte büyüyüp değişme potansiyeline sahipler. Bu durumda keder var, evet; öyle bir keder ki; bulutlu gökyüzünde ve kaldırım çatlaklarında mevcudiyeti. Kaybedilen şeyler ve bir türlü başlayamayan hayaller için bir hüzün var. Ama makus talih, her zaman kötü bir şey olmak zorunda değil.

BİR KEZ DAHA ÇOCUK OLMAK

Bird ve Bailey’nin sahile yaptıkları gezideki, Bailey’nin deniz kenarında akıntıya kapılıp sırt üstü yüzdüğü sahne, “American Honey”nin (2016) finalini akla getiriyor. Her iki sahnede de Arnold, doğanın sunduğu huzurun yanı sıra yeniden doğuş temasını işliyor. Star için bu, nihayetinde hayatı kendi şartlarına göre yaşama özgürlüğünü bulmasıydı. Ama Bailey için bu, rahatlamanın ötesinde bir şey: Kısa bir anlığına, bir kez daha çocuk olmak. Babasının halüsinojenik kurbağalarla para kazanma planları ya da annesinin açıkça istismarcı ilişkisi ve bunun küçük kız ve erkek kardeşleri için yarattığı tehdit, artık ona bir yük gibi gelmiyor, en azından bir anlığına. Bu an, Bailey’nin üzerindeki baskıların kaybolduğu ve masumiyetin, huzurun tadını çıkarabildiği belki de tek an.

“Bird”, fanteziye değil, daha çok “büyülü gerçekçilik” eğilimine sahip; ancak yine de karakterler derin bir kederin içinde boğulurken, bunu dışa vuramadıkları bir dünyada yaşıyorlar. Arnold, Kuzey Kent’in işçi sınıfının yaygın olarak acımasız olduğu fikrini altüst ediyor. Bu, karakterlerin içinde gizli kalmış, dışarıya asla gösterilmeyen bir acıyı yansıtıyor ve onları, kendi hayal dünyalarındaki gerçekliklerle baş başa bırakıyor. Bu, sadece karakterlerin değil, izleyicinin de fark etmeden içine çekildiği bir gerçeklik.

“Bird”, sıradan bir yoksulluk hikayesinden çok daha fazlası; yıllarca süren İngiliz kemer sıkma politikalarından en çok etkilenen insanlar, hayatlarını sürdürmeyi başarıyor. Film, Bug’ın düğünündeki uzun final sahnesiyle doruğa ulaşıyor. Sonsuz bir salınımla dans ettiği ve neşesinin sınırsız olduğu o an, pervasızca var olma arzusuyla, Bug, kadehini “sevmek” eyleminin ölçülemez pek çok biçimine kaldırıyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu